Enflasyon, fiyatlardaki genel yükseliştir. Paraya sahip olmanıza rağmen, aynı parayla daha az birim mal satın alabileceksiniz veya paraya sahip olmanıza rağmen aşırı durumlarda piyasada hiçbir ürün bulunmadığı için bir meta satın alamayacaksınız.
Enflasyon, iki nedenden olabilir: a. aşırı talep artışı b. aşırı maliyet artışı.
Artan gelirlerle veya piyasada mevcut daha fazla para ile, insanlar talep kanunu gereği fiyatları daha fazla zorlayacak daha fazla birim satın alacaklar. Ancak, arz talep ile eşleşebilirse fiyatlar sabit kalacaktır. Eğer üreticiler talebi karşılayamıyorlarsa, yani daha yüksek miktarlarda üretim yapamazlarsa, böyle bir durum, fiyatların yükselmesine neden olacak ki bunun anlamı enflasyondur (talep itmeli).
Üretim faktörlerinde, yani üretim sürecinde yer alan hammaddelerde artış olduğunda, üretimin maliyeti yükselir, bu da mamul fiyatlarının yükselmesine neden olur. Örneğin, daha yüksek metal fiyatları, bu metalleri kullanan ürünlerin fiyatlarının da yükselmesine neden olacaktır. Başka bir örnek ise, arazi, inşaat malzemeleri daha yüksek maliyetli hale geliyorsa, bitmiş konutlar da daha yüksek fiyata mal olmaktadır (maliyet itmeli).
Gelişmekte olan ülkelerde, enflasyon temel olarak sanayi ve tarım sektöründeki sınırlı üretim kapasitelerinin artan talebi karşılayamamasından kaynaklanmaktadır. Gıda maddeleri gibi bazı durumlarda enflasyon, arz / dağıtım kanalındaki darboğazlardan da kaynaklanmaktadır. Üretime rağmen malların piyasada bulunmaması kısa vadede ciddi bir enflasyona yol açmaktadır.
Ekonomist Martin Burgos, büyük şirketlerin çıkarlarını temsil eden neoliberal iktisatçıların – tekelleşmiş ana akım medyada her zaman ekonomik yorumcu olarak yer alırlar – her zaman, enflasyonun suçlusu olarak, kamu harcamalarındaki artışı gösterdiklerini belirtiyor.
“Bazıları devleti suçlayarak, enflasyonun para basılması ya da yüksek kamu harcamaları nedeniyle olduğunu söylüyor. Ama, bir dakika durup düşünürseniz, gerçek şu ki, kamu harcamaları eğitim hizmetleri, sağlık hizmetleri ve devletin sunduğu ücretsiz mal varlıklarıdır. Bu yüzden fiyatlar üzerinde hiçbir etkisi yoktur.” Burgos bunu eklemeden önce, “gidip marul veya domates satın aldığınızda, fiyatın özel sektör tarafından tanımlandığını biliyorsunuz.
Maliyet artı kar ve enflasyonun tanımlanması gereken yer burasıdır. Böyle bir durumda, devlet, bu maliyetlerin ve karların makul olduğunu denetleyebilir” demektedir.
Merkez Bankaları Enflasyonla Nasıl Mücadele Eder
Dünya merkez bankalarının birincil hedefi, enflasyonu düşürmekten ve böylece ekonominin zayıflamasını önlemekten ibarettir. Bunu, para politikasıyla yaparlar. Enflasyona karşı mücadelede merkez bankaları, ekonomik büyümeyi frenlemek için kısıtlayıcı para politikaları kullanırlar. Çünkü, gayri safi milli hasıladaki büyüme oranlarının, ideal olandan fazla olması durumunda oluşan gereksiz aşırı talep, enflasyonu davet eder.
Merkez bankaları, piyasada üretilen kredinin toplamı olan parasal stokun azaltılması yoluyla bu büyümenin hızını kesebilir. Bu işlem, kredi kullanımını daha pahalı hale getirerek finansal
sistemdeki likiditeyi azaltır, ekonomik büyümeyi yavaşlatır ve azalan talep, fiyatlar üzerinde düşürücü baskı yaratır.
Merkez bankaları, enflasyonun kontroldan çıkabileceğinden kuşku duyduklarında, geleneksel olarak kısıtlayıcı para politikalarını gerçekleştirmek için kullanacakları bazı araçlara sahiptir. İlk olarak, bankaların her gün sonunda stokta bulundurmaları gereken miktar olan rezerv taleplerini artırabilir. Rezervin artması dolaşımdaki parayı azaltır. İkincisi, minimum faiz oranlarını yükseltebilir. Bu, Merkez bankalarının faiz oranıdır ve bankaların bu faiz oranı ile merkez bankalarından borç almalarını sağlar.
Bu iki araç yerine, bankaların birbirlerini fonlamadaki oranı da değiştirebilir. Bu, rezerv taleplerinin yerine getirilmesi için bankaların birbirlerine ihraç ettikleri kredilere ödenen faiz oranıdır. Bunu değiştirmek çok daha kolaydır ve rezerv talebi veya minimum faizi artırmak ile aynı etkiye sahiptir.
Ancak, genel kabul gören şey, enflasyona karşı mücadelede en önemli aracın, kamunun beklentilerinin yönetilmesi olduğudur. İnsanlar enflasyonu beklemeye başlar başlamaz, sorun davet edilir.
Türkiye’deki Son Ekonomik Gelişmeler
Türkiye son yıllarda dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olmuştur, ancak etkileyici büyüme rakamları yabancı para borcu tarafından körüklenmiştir.
Uzmanlar, ülkenin borçlanmasının hem mali hem de cari hesaplarda açıklara yol açtığı ve Türkiye’nin, işler ters gittiğinde ekonomiyi kurtarmak için yeterli kaynağa sahip olmadığını belirtiyor.
Türkiye için durumu daha da kötüleştiren, enflasyonun merkez bankasının hedefinin üç katından fazla olmasına rağmen faiz oranlarının düşük tutulması idi.
Türkiye, son yıllarda dünyadaki en hızlı büyüyen ekonomilerden biri olarak geçen yıl Çin ve Hindistan gibi ekonomik devleri dahi geride bırakmıştı. 2018’in ikinci çeyreğinde, ülke, gayri safi yurtiçi hasılada yüzde 7,22 oranında artış bildirdi
Ancak, araştırmacılar bu büyümenin yabancı para ile alınan dış krediler ile ateşlendiğini söylediler. Dünya çapındaki merkez bankalarının, küresel mali krizden sonra ekonomilerini canlandırmak için para pompaladıkları bir zamanda, Türk bankaları ve şirketleri ABD doları cinsinden borçlandılar. Tüketim ve harcamaları körükleyen bu borçlanma, Türkiye’nin hem mali hem de cari hesaplarında büyük açık vermesiyle sonuçlandı. Birincisi, hükümet harcamaları gelirlerini aştığında gerçekleşirken, İkincisi bir ülkenin sattığından daha fazla mal ve hizmet satın alması anlamına gelir.
Uluslararası Para Fonu’nun tahminlerine göre, ülkenin yabancı para borcu şu anda GSyİH’sının yüzde 50’sinden fazlasını oluşturuyor.
Türkiye, “ikiz” açıklan ve yüksek miktarda döviz borcu olan tek ekonomi değildir. Ancak, Credit Bricks’m araştırmacılarından Richard Briggs, Türkiye’nin, işler ters gittiğinde ekonomiyi kurtarmak için yeterince büyük kaynağa sahip olmadığını belirtiyor. Briggs’e göre, Türkiye’nin lira dışındaki para birimleri cinsinden olan rezervleri, kısa vadeli borçla kıyaslandığında oldukça düşük. Ayrıca, Türkiye’de yabancı paranın çoğu bankalarda tutuluyor ve bu fonlar müşteriler tarafından her an geri çekilebilir.
Birçok araştırmacının fikri, merkez bankası işini yapmak için bırakılsaydı, Türkiye, şu andaki ekonomik durumun içine girmezdi.
Türkiye ekonomisi enflasyonla birlikte “aşırı ısınma” içerisindeydi – Temmuz ayında yüzde 16 – merkez bankasının yüzde 5 enflasyon hedefini aşıyordu. Faiz oranlarının yükseltilmesi, tüketici fiyatlarındaki bu büyük artışı durdurmaya yardımcı olabilirdi: baha yüksek oranlar, Türk varlıklarını satın almak için liraya ihtiyaç duyan yabancı yatırımcıların ilgisini çekebilirdi. Buda, ithalatı daha ucuz hale getiren ve dış borç geri ödeme yükünü azaltan para birimini destekleyebilirdi. Uzmanlar, ülkenin merkez bankası üzerindeki bazı etkilerin, yatırımcı güvenini sarstığını belirtiyorlar.
“Türkiye, ekonominin yeniden dengelenmesine izin vermek yerine, mevcut krizi uzatacak büyüme ve düşük faiz oranlarına öncelik vermemelidir,” ekonomist Briggs yazdı.
Standard Chartered Bank’ta küresel döviz, oran ve kredi araştırması sorumlusu Eric Robertsen, “Türkiye, faiz oranlarını yükseltmeksizin, ekonomik sorunlardan kurtulmak için çok az seçeneğe sahiptir,” dedi.
Robertsen, CNBC’nin “Squawk Box” a verdiği demeçte, “Türkiye daha önce bankaların döviz takas işlemlerini sınırlandırdığını, ancak sermaye kontrollerini uygulamadığını, bu önlemlerin sadece ilk adımlar olduğunu ve faiz oranları yükseltilmedikçe fazla etkili olmayacaklarını,” belirtti.
“Faiz oranları politikası, kritik savunma çizgisidir, yapılması gereken şey, dövizin tam teşekküllü bir sermaye kaçışı halinde ülkeyi terketmesini önlemektir. Buda kısa vadede, döviz ile ilgili önlemler ve faiz oranlarının kombinasyonu ile olur, bunun başka bir yolu yoktur.”
Şunu öncelikle belirtmek gerekir ki, borcun kendisi bir problem değildir, eğer akıllıca harcanır ve yatırım yapılırsa. Ancak artan borç-GSYİH oranları, borçların üretimde bir artışa yol açmayacağı anlamına gelir, bu yüzden ödenemez. Üretken olmayan borç ise, ekonomik aktiviteyi sınırlar.
Bir ekonominin büyümesinin sadece birkaç yolu vardır ve bunların hepsi artan toplam talebe yol açar. Borçlanma, bu yollardan biridir. Bunun nasıl olabileceği aşağıdadır:
Özel sektör kredilerinde artış. Eğer bir şirket daha fazla satış yapabileceğine inanırsa, daha fazla üretimi sağlayacak yatırımları yapmak için borç alabilir ve üretimi artırmak için bu parayı emek ve malzeme bedellerini ödemek için kullanır. Emek ve malzeme üzerinde harcanan para, herhangi bir yeni ürünün satışına başlanmamış olsa dahi, milli geliri artırır. Birçok şirket aynı şeyi yaptığında, artan milli gelir daha fazla üretimin satın alınmasını sağlar. Aynı şey, artan tüketici kredileri için de geçerlidir.
Harcamaların normal gelir / harcama / üretim döngüsünün dışından geldiği dış nedenler (exogenous) ile gelen talep artışı. Buna hükümetin açık harcamaları dahildir. Kendi cari açığı ile ile bir devlet harcama yaptığında, varlıklar özel sektöre eklenir, yükümlülükler (sadece muhasebe anlamında) Hazine1 nin hesap defterine eklenir ve toplam talep, harcanan miktar kadar artar (artı ikincil etkiler). Talebe dışsal ilaveler, net ihracatı ve net tasarrufları da (nadiren gerçekleşen) içerir.
Bunlar talep enjeksiyonlarıdır. Ayrıca, net tasarruf, ticaret açıkları (sadece yabancı tarafların tasarrufları) ve bütçe fazlası gibi toplam talepten çıkarılan, talep kaçakları da vardır.
1985-2013 döneminde bir grup orta gelirli ülkenin verilerini kullanarak dış borçların ekonomik büyüme üzerindeki etkisinin anlaşılmasına katkıda bulunmayı amaçlayan bir çalışma yapılmıştır.
Araştırma bulgularına göre, dikkate alınan ülkelerde ekonomik büyümeye dış borçluluğun negatif bir etkisi olduğu görülmüştür. Borçluluktan kaynaklanan belirsizlik yeni yatırımları caydırabilmekte ve ayrıca daha az verimli ve kısa vadeli yatırım seçimlerine yol açarak ekonomik büyümeyi engellemektedir.
Ekonomik kalkınma ve büyümeyi destekleyici dış borç düzeyi, aynı zamanda, yatırımın üretkenliği ve üretken olmayan alanlardaki kullanımına kıyasla dış borçların yatırıma ayrılan oranı gibi çeşitli konulara da bağlıdır. Ayrıca, ülkelerin genel ekonomik koşulları, kurumlan, ve siyasi ve diğer ülkeye özgü riskler açısından farklılık göstermesi nedeniyle büyümeyi artıran dış borç miktarını tespit etmek zordur. Bu nedenle, dış borçların ekonomik büyüme üzerindeki olumsuz etkisi göz önünde bulundurulduğunda, ülke analizlerinde, dış borçların ekonomik performansı artırması beklenen uzun vadeli üretken yatırımlara yönlendirilmesi ile ilgili gerekli tedbirleri almak, kritik öneme sahiptir. Ekonomik politikalar, ülkelerin özel koşulları göz önünde bulundurularak ve bu süreci daha karmaşık ve zorlu hale getiren dış kaynakların çoğunlukla uluslararası özel kreditörler tarafından sağlandığı ve ülkelerin küresel olarak daha bağımlı hale geldiği bir ortama göre, tayin edilmelidir.
Özel Sektör Borcu ve Türkiye bankacılık sektörü
Türk bankacılık sektörü, Hazine1 nin kurumsal borçlanma garantilerinin azalması, küresel likidite koşullarında sıkılaşan fonlama maliyetlerinin artması ve ekonomik belirsizlik nedeniyle zorluklarla karşı karşıyadır.
Özel borçlular Türkiye’de, oldukça kontrollü bir ortamda faaliyet gösterirler. Zira, Türkiye dışında Türk lirası pazarının zayıf olması nedeniyle, Türk lirası cinsinden krediler, esas olarak yurt içi bankalardan ve f inansal piyasalardan temin edilmektedir. Özel borçluların Türkiye dışından borç almaları, devlete, devlet teşebbüslerine ve yerel bankalara uygulanmayan çeşitli vergilerle sınırlandırılmaktadır. Sonuçta, özel borçlananlar lira ve döviz cinsinden krediler için yerli bankalara yoğunlaşmaya maruz kalmaktadırlar. Buradaki sorun, yurt dışından kredi alarak yabancı para cinsinden borç veren bankaların, bunu çok az veya hiç döviz varlığına veya döviz teminatı sağlayacak bir gelire sahip olmayanlara da kredi olarak vermeleridir. Dövizle alınan krediler, daha uygun maliyette olması nedeniyle pek çok borçlu tarafından tercih edildi. Aynı sebeplerle, pek çok şirket, yabancı paranın bol ve ucuz olduğu dönemde, bankalar haricinde finansal aracılar vasıtasıyla da döviz cinsinden borçlandılar.
Ancak burada, liranın değerindeki %40’lık düşüş devreye girmektedir. Özel borçluların döviz kredilerinin değeri, sahip oldukları varlıklar ve gelirler açısından artık %40 daha fazladır ve bu da temerrüt olasılığını artırmaktadır. Borçlular, yabancı para borçlarının yükselen ödemelerini karşılayamazlarsa, lirada da temerrüde düşerler. Bu durum, mahalli bankaları da krizin keskin ucuna koyar.
Türkiye’de özel sektör borcunun bir bölümünün yabancı para cinsinden olması bir riski temsil etmektedir, çünkü liradaki değer kaybı banka varlıklarının kalitesinde bir bozulmaya yol açabilir ve kurumsal temerrüt riskini artırabilir.
Aslında, Türkiye’de bankacılık sektörü 2017 yılını güçlenerek geçirdi ve toplam banka varlıkları %19 arttı. Bankalar, karlılıklarında da bir artış yaşadı ve özkaynak karlılığı %15’e ulaştı (2O16’da%13)
Ancak, Hükümetin kredi garantileri, ekonomik teşvik tedbirleri ve bankalara kredi verme konusundaki politik baskısı, banka kredilerinde önemli bir artışa yol açtı. Özellikle, hükümet destekli Kredi Garanti Fonu programı, özel sektöre kredi büyümesini hızlandırdı.
Hükümet ayrıca, perakende kredilerin maksimum vade sınırını 36 ila 48 ay arasında uzatarak, kredi kartı ödemelerinde izin verilen taksit sayısını artırarak ve ipotek kredisi için maksimum kredi / değer oranını artırarak bireysel bankacılıkta kredi vermeyi teşvik edici önlemleri de kabul etmişti. Sonuç olarak, krediler %21 artarak 2017 sonunda 2,1 milyar TL’ye yükseldi.
Bununla birlikte, 2018’de kredi büyümesinin yavaşlaması beklenmektedir. Birincisi, Kredi Garanti Fonu programı kademeli olarak kullanılamaz hale gelecektir. İkincisi, bankaların kredi- mevduat oranları şu anda %130 olarak rekor seviyededir; bu, likidite seviyelerini sıklaştırarak bankaların kredileri uzatma kabiliyetini kısıtlayacaktır. Üçüncüsü, Türkiye’nin, uzun vadeli lira fonlarının yapısal eksikliği nedeniyle, bankalar kredileri uzatmak için dış kaynaklara büyük ölçüde bağımlıdır. Bununla birlikte, küresel likidite koşullarının sıkılaşması, uluslararası gerilimlerin birleşik etkisi ile, çok ihtiyaç duyulan sermaye girişleri azalabilir.
Bankaların aktif kalitesine yönelik riskler
2017’nin sonundan bu yana zayıflayan Lira, hem sermayelendirme seviyelerine hem de varlık kalitesine yük getireceği için bankalara sorun oluşturuyor. Türkiye’nin aşırı borçlu olduğu özel sektör, halen borcunun döndürülmesinde sıkıntı yaşamaktadır, zira bunların üçte biri döviz cinsindendir (bir para biriminin değerinin düşmesi, otomatik olarak yerel para birimindeki geri ödeme miktarını artırmaktadır). Bununla birlikte, bugüne kadar bankaların takipteki alacakları %3 civarında kalmıştır. Ancak, büyük şirketler tarafından yapılan son borç yeniden yapılandırma talepleri, borç geri ödemeleri ile ilgili belirsizliklerin artmasına işaret ediyor.
Orta vadede, yükümlülüklerin yerine getirilememeğindeki artış, bankacılık sektörünün bilançosunu zorlayarak kredi artışını ve ekonomik aktiviteyi daha da azaltabilir.
Bu büyüyen riskleri azaltmaya yönelik hükümet tarafından, özel sektörün dış borçluluk seviyelerini sınırlamak için yeni tedbirler getirilmiştir.
Buna göre, Türk şirketleri, yeterli döviz geliri üretmedikçe veya 15 milyon ABD Doları’ndan fazla yabancı para cinsinden borçları varsa, yabancı para cinsinden borçlanamayacaklar. Bu kısıtlamanın, yabancı para cinsinden özel borçların %16’sına sahip olan 23.000 şirketi etkilemesi bekleniyor.
Hükümet, her biri 15 milyon ABD Doları’ndan fazla yabancı para cinsinden borçlu (bu şirketler yabancı para cinsinden özel borçların % 84’ünü oluşturuyor) binlerce şirketten kaynaklanan riskleri ele almayı ve yeni kısıtlamalar oluşturmayı planlamaktadır. Yeni kısıtlamaların, özel sektörün döviz kuru dalgalanmalarına maruz kalmasını azaltması ve böylece varsayılan riskleri sınırlandırması beklenmektedir. Bununla birlikte, lira’nın devam eden değer kaybı, özel şirketlerin kendi dış borçlarını geri ödemelerine yardımcı olmak için çok az şey yapılabileceği anlamına geliyor.
Bu bağlamda, hükümet önümüzdeki aylarda oluşabilen bir ekonomik fırtınada yaşamak için gerekli olan tüm unsurları kademeli olarak kontrol etmeye çalışmaktadır.
Takipteki Alacaklar ve Konkordato Talepleri
Takipteki kredilerin yüzdesi, bankacılık sisteminin sağlığını yansıtır. Bu tür kredilerin yüksek yüzdesi, bankaların kredileri üzerinde faiz ve anapara toplamada zorluk yaşadıklarını gösterir. Bu, bankalar için daha az kar ve muhtemelen banka kapanmasına neden olabilir.
Bankalar, başlıca gelir kaynakları olması nedeniyle planlanmış kredi geri ödemelerini sürdürmeleri için, borçlularına bağımlıdırlar. Bir borçlunun en az 90 gün boyunca düzenli ödeme yapamaması durumunda, kredi uygun olmayan bir kredi veya takipteki kredi olarak kabul edilir.
Düşük performans gösteren veya takipteki krediler olarak adlandırılan bu oran, bir bankanın kredi portföyündeki bu tür kredilerin tutarının, bankanın elinde tuttuğu toplam ödenmemiş kredilere oranıdır. Bu oran, bir bankanın kredileri geri almasındaki etkinliğini ölçer.
Krediler Ne zaman Takipteki Kredi Haline Gelir
Kredi geri ödeme olasılığı, 90 günden sonra önemli ölçüde azalmaktadır, bu nedenle takipteki kredi tanımlaması bu standardı kullanmaktadır. Borçlunun kredi ile ilgili yükümlülüğünü yerine getirmemesi, iflas ilan etmesi veya borcu geri ödemek için ihtiyaç duyduğu geliri kaybetmesi durumunda krediler, düşük performanslı takipteki kredi olarak sınıflandırılabilir. Bu tür krediler, bir bankanın zarar görmesine neden olabileceğinden, banka bu kredileri, zararlarını telafi etmek için tahsilat kurumlarına veya diğer işletmelere satmayı tercih edebilir.
Borçlu, takipteki kredi olarak sınıflandırıldıktan sonra krediyi tekrar ödemeye başlarsa, bu kredi listeden çıkarılır. Banka krediyi tahsil için başka bir kuruluşa satıyorsa, söz konusu kredi de takipteki kredi toplamından çıkarılır.
Takipteki krediler, ekonominin genel durumu açısından temel göstergelerden biri olmakta ve ekonomideki bireylerin ve kurumlanın ödeme kapasitelerinin yanı sıra bankaların geçerli kalite ve risk düzeyini de ölçmektedir. Takipteki oranın doğru bir şekilde tahmin edilmesi, ekonomik birimlerin politikalarını ve bankaların bilançolarını, etkin bir şekilde yönetmelerini sağlar.
Yapılan bir akdemik çalışmada, finansal genişlemenin takipteki krediler üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Çalışmaya dahil edilen ülkelerin analizinde, yabancı banka mevcudiyetinin ve finansal genişlemenin (bankaların özel kredilerinin GSYH’ya oranları) pozitif ve takipteki krediler ile önemli ölçüde ilişkili olduğu görülmüştür. Bu durum, takipteki kredilerin daha fazla yabancı banka varlığı ve daha büyük finansal aracılıklar formunda, büyüyen finansal genişleme ile arttığını ima etmektedir.
Takipteki kredilerin artışı, finansal aracılık sürecine aktif olarak dahil olan tüm bankaların ve banka dışı finansal kuruluşların kredi verme standartlarını tam olarak uygulamamalarına bağlı olabilir. Borç veren ve borç alanların kazanımları, finansal kurumlan, özellikle borç alanların geri ödeme kabiliyetini etkileyen anormal olayların ortaya çıkması durumunda, takipteki kredilerin yükselmesine neden olan gevşek borç verme standartları uygulamalarına teşvik etmektedir.
Ulusal banka düzenleyicileri / denetçileri, sadece finansal genişlemenin, toplam tahsili gecikmiş kredileri etkilemede oynadığı rolü göz önünde bulundurmakla kalmamalı, aynı zamanda, bankaların borç verme uygulamalarını kapsamlı bir şekilde denetlemenin yanı sıra, ülkede aracılık eden finansal kuruluşlarının da aktif olarak izlenmesini sağlamalıdır.
Takipteki alacakların belirleyicileri arasında, banka verimliliği, kredi zararları karşılama oranı, rekabet ve bankacılık sistemi istikrarı, bu tür krediler ile ters orantılıyken, takipteki krediler, bankacılık krizleri ve banka konsantrasyonu ile pozitif ilişkilidir.
Son aylarda, ekonomide bozulan dengelerin yarattığı küçülme somut biçimde kendini gösteriyor.
Şirketlerin artan konkordato taleplerinin, önümüzdeki dönem de reel sektör ve bankacılık sektöründeki sıkıntıları büyütmesinden kaygı duyuluyor.
Vadesi gelen borçlarını ödeyemez hale gelen ya da ödemeyeceğini gören şirketlerin ticaret mahkemelerine konkordato başvurusunda bulunuyorlar.
Asıl sıkıntı ise, konkordato ilan eden şirketin çalışanları ve alacaklıları yönünden yaşanıyor. Likidite açısından zora girmiş şirketlerin bu yola başvurması, doğal olarak zincirleme biçimde başka şirketler ve bankaların da likidite sorunlarının büyümesine yol açıyor.
Tabi ki, bu şirketten alacaklı bankalar en zor durumda kalan kesimlerdir. Bu nedenle bankalar çok daha titiz borç verme prosedürleri işletiyor, dolayısıyla kredi hacminde nominal olarak büyük gerilemeler yaşanıyor.
Ayrıca, bankaların takipteki kredilerinin %3 oranının, ekonomide oluşan son gelişmeler ve özellikle Lira’daki değer kaybının, yabancı para ile kredi almış daha çok kuruluşu borcunu ödeyemez duruma sokarak, yükselmesine neden olabilir.
İdeal bir durumda, f inansal sistem ekonomik büyümeyi sağlamak için çok fazla özel borç gerektirmeyecek ve borç seviyelerinin kontrol dışı kalmasını önleyecektir. Tarihsel olarak, ekonominin oldukça iyi çalışan bir kendi kendini düzenleyen mekanizması vardır. Keen, “Toplum onunla başa çıkacak şekilde kuruldu” dedi. “Ülkenin, borcun kontrolden çıkmasına izin vermesi varoluşsal bir tehditti.”
Oliver’a göre, sınırlı sorumlu şirketlerin kurulmasından sonra, borç köleliğinin kaldırılması ve iflas prosedürlerinin standardizasyonu kapitalizmi geliştirdi. “Girişimcileri risk almaya cesaretlendirdi ve borç alanların geri ödeme yapabileceklerinden emin olmak için kredi verenleri, projeleri değerlendirmeye zorladı” dedi.
Bununla birlikte, bu sistem sadece bankaların ve diğer finansal aktörlerin sisteme sürebilecekleri borç miktarında, altın gibi bir Standard sınır varsa çalışır. Eğer yoksa, bir kriz çıktığında kurtarılmayı umarak, borç verenleri daha fazla borç vermesi için teşvik eder.
Ama seviyeler zaten kontrolden çıktığında ne yapmalı? Çıktıdaki artışlarla geri ödenemezse, borcu silme işleminin sadece iki yolu vardır.
Ekonominin en kötüsü, en adil olanı olsa bile, iflas ve borç deflasyonu ya da yıkımıdır. Bir şirket ya da birey – bazen de bir hükümet – sadece borcunu ödeyemeyeceğini söyer. Borç veren, eğer varsa, varlıkların kontrolünü eline alır, borçlarını mümkün olduğunca telafi etmeye çalışır.
İkinci yol üzerinde ise farklı görüşler var. Bunlar, borçluları ve borç verenleri menfaatleri için çok fazla borç almaya teşvik eden bir sistemdeki bariz kusurlara rağmen, sistemi sıfırlamanın ve en azından ekonominin yeniden büyümesini sağlayan yaratıcı yollar mevcut olduğunu ileri sürüyorlar.
Bir görüş; Merkez bankalarının, 2008 krizi sırasında hassas bir şekilde uyguladıkları QE programları ve banka kurtarma paketleri ile, ekonomik yıkımdan kaçınılabileceğini ileri sürmektedir.
Mesela Oliver, “Tarihteki her borç çöküşü, borç affı ve enflasyonun kombinasyonu ile oluştu. Bu, borç sorunlarının tarihsel olarak nasıl ele alındığını göstermektedir” diyor.
Batı merkez bankaları, QE programları aracılığıyla (Niceliksel gevşeme. Büyük ölçekli varlık alımları olarak da bilinen niceliksel genişleme (QE), merkezi bir bankanın ekonomiyi canlandırmak ve likiditeyi artırmak için önceden belirlenmiş miktarda devlet tahvili veya diğer finansal varlıkları satın aldığı genişletici bir para politikasıdır.) enflasyon yaratmaya çalıştılar, ancak deflasyonist baskılar nedeniyle başarılı olamadılar: Çin’de aşırı kapasite, teknolojik yenilik ve para basımlarının, borçları geri ödeyecek ve mal ve hizmet satın alacak gerçek kişilerden çok hisse senedi satın alan finansal aktörlerin eline geçmesi ile sonuçlandığı gerçeği.
Keen de dahil olmak üzere pek çok ekonomist, bankalardan ziyade özel sektör için QE’yi talep ediyor.
“Bu durumu aşmanın yaratıcı yolu, hükümetin borç para oluşturma kapasitesini kullanmaktır. Merkez bankalarının QE programları ile yaptıkları aynı gücü kullanıyorsunuz ama ticari banka hesaplarına değil, özel sektör hesaplarına ödüyorsunuz. Hanehalkı ve şirketler, bu parayı borcunu ödemek için kullanabilirler ve borcu olmayanlar, piyasaya nakit enjeksiyonu yapabilirler,” dedi.
Hükümetin borç para oluşturma kapasitesi; harcamaları karşılamak için borçlanması (Hükümet tahvilleri), merkez bankasının borcu satın alması, vadesi gelene kadar elinde tutması ve bu şekilde sistemi artan para arzıyla bırakması şeklinde, iki aşamalı bir süreçtir.
Tabiatıyla bu, devlet borcunun yükseleceği anlamına geliyor, ancak Merkez Bankası’nın uzun süreli düşük faizle tahvil satın alması sorun değil. Bu operasyonun bir diğer mahsuru, enflasyonu körüklüyor olmasıdır. Burada cevap verilmesi gereken soru, ne kadar yüksek enflasyona izin verileceğidir. Eğer verilen krediler, özel borcu azaltmak ve üretken yatırımlar için harcanırsa, enf lasyonist etkisi daha az olabilir.
Elbette, bu, sürecin maliyetide olacaktır. Verimliliğin artmasına yol açmayan özel borçlardaki birikim (örneğin konut yatırımları ve bir kısım tüketim harcamaları gibi), ekonominin asla geri döndüremeyeceği boşa harcanan sermayeyi temsil eder.
Vergi kanunu ve yönetmeliklerindeki reformlar, Nolt’a göre üretken yatırım ve kredileri artırabilir. “Vergi ve muhasebe düzenlemeleriyle spekülatif kazanç yerine, yatırım ve üretime yönelik projelere borçlanma konusunda daha fazla teşvikte bulunabilirsiniz. Vergi kodu şu anda spekülasyonu destekliyor.”
Bu konuda diğer bir görüş ise Portekiz’den. Lizbon Teknik Üniversitesi’nden Profesör Joao Esteves, sorunun, Portekiz’in aşırı borçlu olan – kamuya, şirketlere, hane halkına, bankalara – her sektöre sahip olduğu ancak Portekiz’in kararlı olması ve şirketlerin borçlarını devir almak veya çıktılarını ve çalışanları korumak için verimsiz firmalara kredi vermek yerine iflas etmelerine izin verilmesi gerektiğini savunuyor.
IMF ise, “Özel sektördeki borç seviyelerini sağlıklı seviyelere geri döndürmek için ne yapılabilir?” başlığı altında kısaca şunları tavsiye ediyor:
Birincisi, para politikaları (QE dahil) ile, varlık fiyatlarını artırarak ve zenginlik etkisi yaratarak, özel sektörün borçlarını ödemesine yardımcı olunmalıdır.
Bununla birlikte, bu tür politikaların olumlu etkisi, potansiyel büyüme düşük kalırsa azalabilir. Bu gibi durumlarda, ülkelerin kapsamlı reformlarla uzun vadede büyüme potansiyellerini artırmaları gerekmektedir.
İkincisi, takipteki alacakların yeniden yapılandırılması ve zarar yazılmaları, parasal aktarım mekanizmasındaki tıkanıklığı açarak ve kredi akışını yeniden başlatarak parasal politikaların finansal ve ekonomik olarak aktarılmasını iyileştirebilir.
Verimli borç yeniden yapılandırma mekanizmalarına sahip olmak, düzgün bir borç geri ödeme işleminin temel unsurudur. Ancak, bu öneriler kendi parası ile borçlanmış hane halkı ve şirketlerin olduğu ülkelere yönelik (örneğin; ABD vey AB Ülkeleri). Türkiye’de, TL ile olan borcun haricinde, toplamın üçte biri mertebesinde özel sektörün yabancı para ile borcu mevcuttur. Ülkeden sermaye çıkışı ve bankaların yurt dışından yeni döviz kredileri bulmalarındaki güçlük, hem borçlu sektörlere yeni kredi açmalarını hemde yabancı para transferlerini rahatlıkla yapmalarını zora sokuyor.